Risaleten Mekke Döneminde Hz. Peygamber’in Siyasi Hedef
Doç. Dr. Korkut Dindi 2024-10-28
Öz
Allah’ın elçi olarak seçip görevlendirdiği peygamberler, ilahî buyrukları insanlara tebliğ etmişlerdir. Peygamberlerin bu tebliğ sürecinde birtakım faaliyetleri, ilahî elçilik görevlerinin ve peygamberlik misyonlarının yanında liderlik ve devlet başkanlığı yönlerini de açığa çıkarmıştır. Böylece kimi zaman peygamberlik (dini otorite) ve hükümdarlık (siyasi otorite), Hz. Davud ve Hz. Süleyman peygamberlerde olduğu gibi tek bir şahısta birleşmiş, İslamî literatürde “hükümdar peygamber” tabiri teşekkül etmiştir. Nübüvvet zincirinin son halkasını teşkil eden, peygamberlerin sonuncusu Hz. Peygamber’in de hicret sonrası Medine’de icraatları ve siyasi faaliyetleri, aynı şekilde bir devletin vücut bulmasına imkân sağlamıştır. O, siyasi konjonktür gereği Medine’de peygamberlik ve devlet başkanlığı vazifelerini bir arada yürütmüştür. Dolayısıyla Medine’de ilk İslam toplumunun teşekkülü ve devletleşme sürecinde Hz. Peygamber’in siyasi hedeflerinin bulunduğu ve bazı uygulamalarının da bu hedeflere yönelik olduğu muhakkaktır. Ancak Mekke döneminde risaletle eş zamanlı olarak Resûlullah’ın siyasi hedeflerinin bulunup bulunmadığı ise muğlaktır ve bu konuda henüz etraflıca yapılmış müstakil bir çalışma bulunmamaktadır. İşte bu makale, literatür taraması yöntemiyle klasik kaynaklar ve rivayetler ışığında Hz. Peygamber’in, İslam’a davetin yanı sıra risaletinin Mekke döneminde siyasi hedeflerini ve bu hedeflerin gerçekleşip gerçekleşmediğini İslam öncesi siyasi ortamla bağlantılı olarak ortaya koymayı amaçlamaktadır. Yapılan araştırma neticesinde Hz. Peygamber’in dini, içtimai, ahlaki esaslara dayalı bir İslam toplumu oluşturma ve devlet kurma arzusunu, risaletinin ilk yıllarından itibaren dile getirdiği, esas gayesi ve misyonu olmamakla birlikte bütün Arapları kapsayan tevhit merkezli bir yapı oluşturmayı hedeflediği ve bu hususta muhataplarını teşci ettiği görülmektedir. Gerek bağımsız kabileler halinde yaşayan Arapların Hz. Peygamber’e itaat etmelerinde ve gerekse de Arap yarımadasının büyük bir kısmında siyasi ve içtimai birliğin sağlanmasında din ve risalet kadar onun stratejik hedeflerinin de etkili olduğu anlaşılmaktadır. Himyerîler, Lahmîler, Gassânîler, Sâsânîler ve Bizanslılar gibi devletlerle siyasi ve ticarî ilişkileri bulunan Kureyş kabilesi içerisinde yetişen Hz. Peygamber’in, Mekke devrinde muhataplarının da ilgi, talep ve hayalleri doğrultusunda bir takım yakın ve uzak hedefler koyduğu görülmektedir. “Kâbe ve Mekke’nin idaresini ele geçirme“, “Arap yarımadasında güçlü bir merkezi otorite kurma”, “Araplar üzerindeki Bizans ve Sâsânî baskılarını ortadan kaldırma”, “Kisra ve Kayser’in mülküne varis olma” şeklinde sıralanabilecek bu hedeflerinin de genel olarak Arap yarımadasında özel manada ise Hicaz bölgesinde güçlü bir merkezî otoritenin bulunmamasıyla ilişkili olduğu açığa çıkmaktadır. Hz. Peygamber’in, çeşitli zorluklar ve yoğun baskılar karşısında özelde müslümanların genelde ise Kureyş ve Hicaz Araplarının moral ve maneviyatını yükseltmek amacıyla belirlediği yakın hedefleri, risaletin Medine döneminde gerçekleşmiş; “Kisra ve Kayser’in mülk ve hazinelerine sahip olma, Bizans ve Sâsânî topraklarını ele geçirme” gibi uzak hedefleri ise vefatından hemen sonra Hulefâ-yi Râşidîn döneminde vuku bulmuştur. Anahtar Kelimeler: İslam Tarihi, Siyer, Hz. Peygamber, Mekke Dönemi, Risalet, Siyasi hedef
Giriş
Tarih boyunca Allah’ın elçi olarak seçip görevlendirdiği peygamberlerin çoğu, bir dini önder olarak yalnızca peygamberlik görevlerini yerine getirirken, bize intikal eden bilgilerden hareketle, az bir kısmının da nübüvvet rütbesiyle beraber siyasi liderlik yaptığı görülmektedir. Nitekim Kur’an’da ismi zikredilen peygamberlerden Hz. Davud1 ve Hz. Süleyman,2 peygamber olmakla birlikte baba-oğul peş peşe uzun süre siyasi otoriteyi ellerinde bulundurarak saltanat sürmüşlerdir.3 Aynı şekilde peygamberlik zincirinin son halkasını teşkil eden Hz. Peygamber de Mekke’de dini bir lider/otorite olarak daha çok peygamberlik yönüyle Medine’de ise peygamberliğinin yanı sıra devlet başkanı sıfatıyla temayüz etmiştir. Her ne kadar Hz. Peygamber, yaşayış biçimi bakımından kendisini melik/kral peygamber olarak görmese de4 hicret sonrası Medine’de siyasi birliği sağlayarak şartlar gereği hem peygamberlik hem devlet başkanlığı görevlerini birlikte yürütmüştür.5 Bu sebeple de Medine merkezli kurulan İslam devletinin, dinin birleştirici ve bütünleştirici karakterinin doğal bir sonucu olup olmadığı yahut da peygamberlik sınırları içinde inanca mündemiç veya risalete paralel planlı bir amaç doğrultusunda ilahi vahyin gereği gerçekleşip gerçekleşmediği, Hz. Peygamber’in bir devlet kurmayı hedefleyip hedeflemediği, İslam’ın, devleti gerektirip gerektirmediği tartışma konusu olmuştur.6 Ancak genel kanaat; devletleşmenin, mevcut sosyo-politik şartlar içinde Hz. Peygamber’in risalet vazifesi ve karizmatik siyasi-askeri liderliğine bağlı olarak hicret sonrası gelişmelerin, kendiliğinden gelişen olayların sonucunda gerçekleştiği yönündedir. Yani hicreti müteakiben olayların tabii gelişimi ve Medine’de yeni bir toplumu ayakta tutacak ve geliştirecek sosyal ve hukuki kurumsal yapıların teşkili, bir devletin vücut bulmasını zaruri kılmıştır. Asli vazifesi dini tebliğ etmek olan Hz. Peygamber’in, iktidara gelmek veya yönetimi ele geçirmek, mutlak devlet kurmak veya devlet başkanı olmak, salt iktidar mücadelesi vermek gibi bir amacının ve misyonunun olmadığı bilinmekle birlikte8 -klasik kaynaklar tetkik edildiğinde- risaleti boyunca bazı siyasi söylem ve hedeflere sahip olduğu veya muhatapları için bir takım politik hedefler belirlediği görülmektedir. Ancak biz bu çalışmada, Kur’an’ın9 veya nübüvvet vazifesinin teorik olarak Hz. Peygamber’e devlet kurma sorumluluğu yükleyip yüklemediği yahut Hz. Peygamber’in zihninde devlet kurma fikrinin olup olmadığı tartışmalarına girmeden risaletin Mekke döneminde doğrudan siyasi hedefleri dile getiren rivayetler ve bunların tarihsel arka planları üzerinde duracağız. Öncelikle İslam öncesi Mekke’de yönetim olgusuna kısaca temas ettikten sonra Hz. Peygamber’in tebliği ve tevhit mücadelesi sırasında siyasi söylem ve hedeflerini, belirlediği bu hedeflerin gerçekleşip gerçekleşmediğini ortaya koymaya çalışacağız. Böylece Mekke döneminde “peygamber-devlet”, “İslam-siyaset ilişkisini” farklı bir bakış açısı ve farklı bir yöntemle inceleyen bu çalışmanın, alana ve literatüre önemli katkıda bulunacağını ümit etmekteyiz.
1. İslam Öncesi Mekke’de Siyasi ve İdari Yapı
Hz. Peygamber’in siyasi hedeflerine geçmeden önce İslam öncesi siyasi ortamın ve idari yapının genel hatlarıyla ortaya konulması önem arz etmektedir. Zira söz konusu dönemin siyasi durumunun tespiti, Hz. Peygamber’in siyasi hedeflerinin doğru anlaşılmasına ve tarihi arka planının açığa çıkmasına imkân verecektir. Bilindiği üzere İslam öncesi Arabistan’ın güney ve kuzeyinde pek çok devlet kurulmuştur. Güney Arabistan’da Ma‘înliler, Sebeliler, Himyerîler; Kuzey Arabistan’da ise Nabatîler, Tedmürlüler, Gassânîler, Lahmîler/Hîreliler bunun örnekleridir. Güney Arabistan’da kurulan devletlerin en güçlülerinden biri olan Himyerîler’in (MÖ 115-MS 525) çökmesi üzerine Yemen’de Bizans-Habeş hâkimiyeti başlamış ve yarım asır devam etmiştir.10 Habeş hâkimiyetinin ardından bu kez Sâsânîler, Yemen’e hâkim olmuş (MS 573 [?]) ve İslam fethine (MS 629) kadar ülkede yönetimi ellerinde tutmuşlardır. Kuzey Arabistan’da Suriye’de kurulan Gassânîler (MS 200-636) Bizans’ın; Irak’ta III-VII. yüzyıllar arası hüküm süren Lahmîler de Sâsânîler’in siyasi kontrolü ve yoğun baskıları altında İslamî döneme dek varlıklarını sürdürmüşlerdir. Söz konusu yarı bağımsız bu iki Arap devleti, Arap yarımadasındaki bölgeler üzerinde sürekli rekabet halinde bulunan güçlü iki imparatorluk arasında11 tampon devlet vazifesi görmüştür.12 Arap yarımadasının önemli bir kısmını teşkil eden Hicaz bölgesinde ise Yemen ve Kuzey Arabistan’da olduğu gibi herhangi bir devlet kurulmamıştır. İslam’ın zuhurundan önce gerek Yemen valisi Ebrehe’nin Batı Arabistan’ı kontrol altına alarak Hicaz bölgesinin üç önemli şehrinden biri olan Mekke’yi Hristiyan Bizans imparatorluğunun bir eyaleti haline getirme çabası13 gerekse Benî Esed kabilesinden Osman b. Huveyris’in Mekke’de Bizans imparatorluğuna bağlı bir krallık kurma teşebbüsü sonuçsuz kalmıştır.14 Görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in gönderildiği dönemde Kuzey ve Güney Arabistan’da bazı küçük krallıklar/hanedanlar varsa da genel olarak Arap yarımadasında özel manada ise Hicaz bölgesinde (Mekke ve çevresinde) güçlü bir merkezî otorite bulunmuyordu. Mekke, Yesrip (Medine), Tâif gibi şehirler veya buralarda yerleşik kabileler, birbirlerinden bağımsız, tebaası üzerinde mutlak hükümranlığı olmayan reis, seyyid veya şeyh denilen kişiler tarafından yönetilirdi. Riyaset, genellikle veraset yoluyla babadan oğula intikal ederdi.15 Siyasi tarihi çok eskilere dayanan Mekke’de İslam’ın zuhuru sırasında Hz. Peygamber’in de mensup olduğu Kureyş kabilesi hâkimdi. Kuruluşundan itibaren iç içe olan Mekke ve Kâbe’nin yönetimi, Hz. Peygamber’in baba tarafından dördüncü dedesi Kusay b. Kilâb’ın Huzâalıları mağlup etmesiyle Kureyş’in eline geçmişti (V. Yüzyıl). Kusay, Mekke ve Kâbe’nin idaresiyle ilgili nedve (Mekke yöneticiliği), kıyâde (komutanlık), livâ (sancaktarlık), hicâbe/sidâne (Kâbe hizmetleri, bakımı), sikâye (hacıların su ihtiyaçlarının karşılanması), rifâde (hacılara yemek dağıtma) gibi görevlerin tamamını tek elde topladı. Mekke dışında yaşayan Kureyş kabilesinin bütün kollarını birleştirerek Mekke’ye yerleştirdi. Mekke ve civarında Kureyş’in hâkimiyetini güçlendirdi. İcraatları sebebiyle Ka‘b b. Lüey oğulları içerisinde kendisine itaat edilen ilk melik unvanını aldı. Emir Kusay, ölümünden önce de yerine büyük oğlu Abdüddâr’ı bıraktı. Ancak Kusay’ın ölümünden sonra (ö. 480?) Abdüddâr, başta Abdümenâf olmak üzere kardeşleri ve Kureyş’in diğer kollarının ciddi muhalefetiyle karşılaştı. Daha sonra anlaşma neticesinde görevler taksim edildi. Kıyâde, sikâye ve rifâde Abdümenâf oğullarına; hicâbe, livâ ve nedve görevleri ise Abdüddâr oğullarına bırakıldı.16 Abdümenâf’tan sonra Kureyş’in idaresi, oğullarına geçti. Sikâye ve rifâde görevleri oğullarından Hâşim’e, kıyâde ise Abdüşems’e verildi. Abdümenâf oğulları döneminde bazı kabile ve devletlerle yapılan ticari antlaşmalar (îlâf) sayesinde Kureyş kabilesinin nüfuz ve itibarı arttı.17 Riyaset; Hâşim’den sonra Hz. Peygamber’in dedesi Abdulmuttalib’e,18 Abdulmuttalib’den de Abdüşems oğullarının reisi Harb b. Ümeyye’ye intikal etti ve onun ölümüyle birlikte de Abdümenâf oğulları ve diğer Kureyş kabileleri arasında bölündü.19 Hâşim oğullarının nüfuz ve kudreti, Abdulmuttalib’in vefatıyla birlikte zaafa uğradı. Harb b. Ümeyye’nin Abdulmuttalib’in yerine geçmesi ve liderlik koltuğuna oturmasıyla Ümeyye oğulları, kısa bir süre de olsa Hâşim oğullarına üstünlük sağladı. Kâbe’ye ait görevlerden sadece sikâye Abdulmuttalib’in oğullarından Abbas’a kaldı.20 Mekke ve Kâbe’nin idaresiyle ilgili Benî Hâşim ve Benî Ümeyye arasındaki ihtilaf ve kavgalar,21 nübüvvet döneminde de devam etmiştir. Özellikle peygamberin Hâşim oğullarından çıkması, Benî Ümeyye ve Kureyş’in diğer bazı kollarının Benî Hâşim’e mensup Hz. Peygamber’e muhalif tavır takınmalarına neden olmuştur.22 İslam’ın zuhuru sırasında Mekke şehir devletinin idaresinde Benî Hâşim ve Benî Ümeyye kabilelerinin yanı sıra Kureyş’in kollarından Nevfel, Abdüddâr, Esed, Teym, Mahzum, Adî, Cumah ve Sehm gibi bazı önemli kabileler de söz sahibiydi.23 Dolayısıyla gerek Arap yarımadasının gerekse kabilelerin ortak politikasıyla yönetilen Mekke’nin kabile sistemini aşamayan bu parçalı yapısı ve bu yapının yol açtığı sorunların, Hz. Peygamber’in siyasi bir dil kullanmasında etken olduğunu söylemek mümkündür.
2. Mekke’de Hz. Peygamber’in Siyasi Söylem ve Hedefleri
2.1. Kâbe’nin Yönetimini Ele Geçirme
Hz. Peygamber; Himyerîler, Lahmîler, Gassânîler, Habeşîler, Sâsânîler ve Bizanslılar gibi devlet ve hanedanlarla ticarî ve diplomatik ilişkileri bulunan bir kabile ve aile ortamında dünyaya gelmiştir.24 Rivayetlere göre, Hz. Peygamber’in babası Abdullah, ticaret maksadıyla gittiği Şam (Gazze) seyahati dönüşünde hastalanmış ve Medine’de (Yesrib) vefat etmişti. Dedesi Abdulmuttalib ve daha sonra da amcası Ebû Tâlib’in himayesinde yetişen25 Hz. Peygamber, risalet öncesinde Mekke’de mürüvvetli oluşu, güzel ahlakı, yardım severliği, cömertliği, misafirperverliği, hilmi, dürüstlüğü, güvenirliği, vefakârlığı, samimiyeti, kötü huy ve alışkanlıklardan uzak durmasıyla tanınmıştır. Kureyşliler, sevip razı oldukları Hz. Peygamber’i “Emîn, Muhammedü’l-Emîn, es-Sadûku’l-Emîn” olarak nitelendirmişlerdir.26 Ancak Hz. Peygamber, peygamberlik öncesinde güvenilir bir kişi olarak temayüz etmesinin dışında, rivayetlerin bize sunduğu bilgilere göre, kabilesi içerisinde siyasi ve askeri yönden fazla öne çıkmadığı gibi bu alanlarda herhangi bir idari görev de üstlenmemiştir.27 Bununla birlikte Resûlullah’ın, döneminin önemli olaylarından kabul edilen Ficâr harplerine28 ve Hilfu’l-Fudûl’a29 katıldığı, Kâbe’nin onarımı sırasında Hacerülesved’in yerine konulmasıyla ilgili, kabileler arasında çıkan ihtilafta hakem olarak tayin edildiği30 görülmektedir. Her ne kadar siyasi açıdan öne çıkmasa da küçük yaşlardan itibaren atadan babadan gelenek olarak sürdürdüğü ticari faaliyetleri,31 siyasi ve iktisadi yönü ağır basan cahiliye Arapları arasındaki ittifak ve antlaşmaların (hilf) en meşhurlarından biri sayılan Hilfu’l-Fudûl’a iştiraki, Hz. Peygamber’in Mekke’de tanınmasını sağlamış, ağırlığını ve saygınlığını artırmıştır.32 Toplumsal ve siyasal sorunların çözümünde aktif rol alan Hz. Peygamber, Kâbe hakemliğinden sonra,33 büyük ataları ve dedesi Abdulmuttalib’in tehannüs âdetini devam ettirerek Allah’a yakınlaşmak amacıyla her yıl Hira’da inzivaya çekilmeye başlamıştır. Nihayet kırk yaşında 610 yılı Ramazan ayının son günlerinde Hira’da inzivada iken vahye muhatap olmuştur.34 Yalnız cahiliye Arapları peygamber beklentiçerisinde olsalar da35 Hz. Peygamber, vahyin, risalet vazifesinin kendisine verileceğini ummuyordu.36 Keza çocukluğunda şan ve şöhret, mülk ve saltanat sahibi olacağına dair rivayetler37 mevcutsa da o, Mekke’de lider veya peygamber olması beklenen kimseler arasında da değildi.38 Bu sebeple Allah’ın bir lütfu gereği kırk yaşlarında peygamberlik kendisine tevdi edilip Mekkelileri açıkça İslam dinine çağırmaya başladığında, kurulu düzenlerinin bozulacağını düşünen müşriklerin çok sert muhalefetiyle karşılaşmış, düşmanlıklarını her geçen gün arttıran Kureyş müşriklerinin sözlü ve fiili saldırılarına maruz kalmıştı. 39 İşte Hz. Peygamber’in, müşriklerin aşırı tepki ve hakaretlerine reaksiyon göstererek ilk aşamada daha dar çerçevede sadece Mekke ile sınırlı siyasi bir hâkimiyet dili kullandığını görmekteyiz. Bu meyanda o, Mescid-i Haram’dan alıkonulması üzerine Kâbe hizmetlerini yürüten Osman b. Talha’ya bir gün mutlaka Mekke’nin yönetimini, Kâbe’nin (şehrin)40 anahtarlarını ele geçireceğini söylemiştir. Rivayetlere göre nüzûl döneminde Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası görevi (hicâbe), Abdüddâr oğullarından Osman b. Talha’nın uhdesinde idi. Bu mühim görevi yürüten Osman b. Talha, risaletin ilk yıllarından itibaren Resûlullah’ın davetine karşı çıkıp müslümanların aleyhine faaliyetlerde bulunmaktaydı.41 Hz. Peygamber, günlerden bir gün yine Osman’ı İslam’a davet etti ve Kâbe’nin anahtarları elinde olan Osman’a “Bir gün elindeki bu anahtarları benim elimde göreceksin42 ve o zaman onu istediğim kimseye vereceğim” dedi. Bunun üzerine Osman “Bu iş sana kaldıysa o zaman Kureyş, helak olmuş ve zillete düşmüştür” deyince Hz. Peygamber de “Bilakis ey Osman! O gün Kureyş yok olmayacak, izzet ve şeref bulacak” buyurdu.43 Bilindiği üzere Mekke döneminde İslam’a düşmanlığıyla tanınan Osman b. Talha; hicret sonrasında vuku bulan Uhud, Hendek gibi savaşlarda müşriklerin safında yer alarak kabilesi adına sancaktarlık yapmıştır. Hudeybiye antlaşmasından sonra, Mekke’nin fethinden birkaç ay önce de Halid b. Velîd ve Amr b. Âs ile birlikte Medine’ye giderek İslamiyet’i kabul etmiştir (31 Mayıs 629).44 Mekke’nin fethi sırasında Ebû Talha oğullarından anahtarı alan Hz. Peygamber, Kâbe’yi açıp ziyaret etmiş, içerdeki resim ve heykelleri temizlemiş ve iki rekât namaz kılıp dışarı çıkmıştır. Kapıda endişeyle bekleyen Osman b. Talha, Resûlullah’a Mekke’de aralarında geçen o konuşmayı hatırlatmıştır. Bu esnada her ne kadar Abbas b. Abdulmuttalib, hicâbe görevini istemişse de “Allah, size emanet edilen (şey)leri ehil olanlara tevdî etmenizi emayeti gereği tekrar Osman b. Talha’ya vermiştir.46 Böylece Allah resulünün bu hedefi, Mekke’nin fethi ve Kâbe idaresinin müslümanların eline geçmesiyle gerçekleşmiştir (11 Ocak 630).
2.2. Arap Siyasi Birliğini Sağlama
Hz. Peygamber’in Mekke’nin ele geçirilmesinin yanı sıra siyasi hedeflerinden biri de geniş noktainazardan bütün Arapları itaat altına alma ve tüm Arap yarımadasına hâkim olma düşüncesidir. Hz. Peygamber, muhataplarını inanmaya ve itaate teşvik etmek, toplumsal kitleyi yönlendirmek yahut da tevhide, tek bir ilaha inanmanın kendilerine ne kazandıracağını soran muhalifleri ikna etmek amacıyla va‘d ve vaîdin yanı sıra diğer Arap kabilelerini hedef alan politik bir dil de kullanmıştır. Rivayetlere göre açık davet emri47 doğrultusunda düzenlediği bir yemekte “Ey Abdulmuttalib oğulları! Vallahi Araplar arasında benim getirdiğim gibi dünya ve ahiret işleriniz için daha iyi bir davet/tebliğ ile gelen başka bir genç bilmiyorum”48 diyerek kabilesine seslenen Hz. Peygamber; açık davetten sonra, risaletin 4. yılından itibaren her yıl hac mevsiminde Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz panayırlarını gezer, hac ve ticaret maksadıyla Mekke’ye gelen tüm Arap kafileleriyle görüşür, dışardan gelen kabile başkanlarını ve hacıları çadırlarında ziyaret eder ve onları “Ey insanlar! ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ derseniz kurtulursunuz, tüm Araplara hâkim olursunuz ve acemleri (Farslar) de zelil kılarsınız; iman ettiğiniz takdirde mülk ve saltanatı elinizde bulunduracaksınız, hepiniz cennette de krallar gibi yaşayacaksınız.”49 diyerek İslam’a çağırırdı. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in, şikâyet maksadıyla Ebû Tâlib’e gelen müşrik liderler karşısında da aynı hususu dile getirdiği görülmektedir. Kaynakların belirttiğine göre başta Velîd b. Muğîre, Ebû Cehil, Ümeyye b. Halef, Übey b. Halef, As b. Vâil, Esved b. el-Muttalib, Esved b. Abdiyeğûs olmak üzere Kureyş ileri gelenlerinden yirmi yedi kişilik50 bir grup, toplanıp Ebû Tâlib’e gitti ve ‘Sen bizim, değer verdiğimiz birisin, büyüğümüzsün, yeğeninle beraber olan şu sefihlerin neler yaptığını görüyorsun, ilahlarımızı terk edip dinimizi eleştiriyorlar. Senin kardeşinin oğlu Muhammed, aramızda tefrika çıkardı, ilahlarımızı inkâr etmekle kalmıyor, atalarımıza da dil uzatıyor, bizim ilahlarımızı diline dolamış, yerip duruyor. Onu bu işten nehyetsen, bizi ve tanrılarımızı eleştirmekten vazgeçse’ dediler. Bunun üzerine Ebû Tâlib, Resûlullah’ı çağırttı ve ‘Ey Yeğenim! Kavmin senden şikâyetçi, ilahlarına iliştiğini, hakaret ettiğini, şöyle şöyle yaptığını iddia ediyorlar’ dedi. Resûlullah da ‘Amca, ben onlardan tek bir kelime istiyorum, onu söylerlerse bütün Araplar onlara boyun eğecek, Arap olmayanlar (Farslar) da cizye ödeyecek’51 dedi. Müşrikler, ne diyeceğinden biraz da korkarak ‘Söyle hele bakalım, neymiş o tek kelime?’ dediler. Allah resulü, ‘Lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur) deyin’ buyurdu. Bunun üzerine ileri gelenler, sert tepki göstererek ‘O, bütün ilahları reddedip bir tek ilah olduğunu mu iddia ediyor? İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu, bu çok tuhaf bir şeydir! Öyleyse pes etmeyin ve ilahlarınıza sımsıkı sarılmaya devam edin, yapılacak tek şey budur!’52 diyerek dönüp gittiler.53 Yalnız Hz. Peygamber değil, bazı müşrik ileri gelenlerin de benzer amaca sahip oldukları görülmektedir. Örneğin; Resûlullah’ın, risaletin onuncu yılında hac mevsiminde Âmir b. Sa‘sa‘a oğullarını İslam’a davet ettiği sırada Beyhara b. Firâs’ın -iman ve itaat etmese de Hz. Peygamber’in konuşması ve vaadlerinden etkilenerek- “Vallahi, eğer ben bu genci Kureyş’ten alırsam, kendisinden sonra iktidarı, yönetim işini bize devretme konusunda teklifimi kabul ederse, onunla bütün Araplara hükmederim”54 şeklindeki sözü de genel olarak kabilelerin, merkezi otoriteden yoksun bütün Arapları egemenliği altına alarak tek çatı altında birleştirme hedeflerini yansıtmaktadır. Ayrıca Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Utbe b. Rebîa’nın, risaletin beş veya altıncı yılında müslümanların sayısının arttığı bir dönemde Hz. Peygamber’le konuştuktan sonra Kureyş’e hitaben söylediği “Ey Kureyşliler! Vallahi, ben benzerini hiç duymadığım bir söz işittim. O söz, ne şiir ne sihir ne de kehanet. Beni dinleyin ve bu adamı düşünce ve idealleriyle baş başa bırakın. Ona ilişmeyin. Allah’a andolsun ki ondan duyduğum söz, mutlaka vuku bulacak büyük bir haberdir.55 Şayet diğer Araplar, ona üstün gelirse başkaları eliyle sıkıntıdan kurtulmuş olursunuz, eğer o, Araplara karşı bir başarı kazanırsa o zaman da onun mülkü sizin mülkünüz, onun izzet ve şerefi sizin şerefinizdir. O zaman onunla daha bahtiyar olursunuz.”56 şeklindeki sözlerinde de Hz. Peygamber’in tüm Araplara yönelik siyasi mesajlarına ve politik emellerine bir değini söz konusudur. Aynı şekilde Hz. Peygamber’e suikast düzenlemek için gizlice toplanan gruba, elebaşlarından Ebû Cehil’in herhangi bir hataya mahal vermemeleri için söylediği şu söz de dolaylı yoldan Hz. Peygamber’in gösterdiği hedefe işaret etmektedir: “Biliyorsunuz, Muhammed, emrine tabi olmanız durumunda Arap ve Acem’in sultanları/melikleri olacağınızı, öldükten sonra dirileceğinizi ve cennete gireceğinizi iddia ediyor. Şayet ona tabi olmazsanız bir gün savaşta mağlup olup öldürüleceğinizi, üstelik öldükten sonra da ateşte yakılacağınızı söyleyerek tehdit ediyor.” 57 Neticede Hz. Peygamber’in bu büyük hedefleri, öteden beri kabileler halinde yaşayan ve büyük devlet geleneğine sahip olmayan Araplar açısından imkânsız gibi görülmüşse de risaletinin sonlarına doğru gerçekleşmiştir. Mekke’nin fethi ve Huneyn galibiyetinden özellikle de Bizans’a karşı Tebük seferinin düzenlenmesinden sonra Hz. Peygamber’in dini ve siyasi otoritesi, Arap yarımadasında güçlü bir şekilde kendisini hissettirmeye başlamıştır. Ardından Arap yarımadasının dört bir yanından kabileler, hem yeni dini öğrenmek58 hem de yeni kurulan devleti tanımak için Medine’ye elçiler göndererek Hz. Peygamber’e bağlılıklarını bildirmişlerdir.59 Böylece risaletin ilk yıllarında müşriklerin sürekli dile getirdiği “Kavmine gerçekten çok kötü bir şey getirdin, kavminin başına büyük bir iş açtın, siyasi ve sosyal birliğimizi bozup dağıttın”60 şeklindeki düşünce ve kaygıları boşa çıkmıştır. Hz. Peygamber’le birlikte ilk defa Hicaz’da ve Arap yarımadasının büyük bir kısmında kabile sistemi aşılarak büyük bir dini, siyasi, içtimai birlik sağlanmıştır.
2.3. Sâsânî ve Bizans İmparatorluklarını Hâkimiyeti Altına Alma
Parçalı kabile toplumunda Hz. Peygamber, yarımadada Arap birliğini sağlamaya yönelik bazı hedeflerin yanı sıra tüm Araplara, onların özlemle beklediği daha büyük hedefler de göstermiştir. Mekkelilere daha geniş bir perspektiften dönemin iki önemli siyasi gücünü teşkil eden Bizans ve Sâsânî topraklarını (imparatorluklarını) hedef göstererek onları ikna etmeye çalışmıştır.62 Resûlullah, erken dönem Mekke’de insanları İslam’a davet ederken itaati sağlama yollarından biri olarak Kisra (Sâsânî) ve Kayser (Bizans) hazinelerini vaad etmiş, çağrısına tabi olunması halinde bu hazinelerin bir gün mutlaka inananların eline geçeceğini ve inananlar arasında taksim edilip Allah yolunda harcanacağını,63 hatta bu imparatorlukların yıkılıp dağılacağını bildirmiştir.64 Hz. Peygamber’in bu minvaldeki söz ve vaadlerini kuruntu, boş ve aldatıcı vaad olarak değerlendiren Esved b. Abdiyeğûs, Esved b. Muttalib (Ebû Zem‘a) gibi müşrikler, Mekke’de Hz. Peygamber ve ashabını gördüklerinde “Bizans ve İran’ı mağlup edecek, Kisra ve Kayser’in mülküne varis olacak yeryüzünün hükümdarları geliyor.” diyerek alay ve eğlence konusu yapmışlardır.65 Bizans ve Sâsânî devletleri, Medine’de de aynı şekilde hedef olarak belirlenmiştir. Hz. Peygamber, bazen özel vurgularının yanı sıra Hendek savaşı hazırlıkları sırasında hendek kazılırken taşlardan çıkan kıvılcımları bile yönlerine göre Şam, İran ve Yemen bölgesinin fethedileceğine ve saraylarının müslümanların eline geçeceğine yorumlamıştır.66 Hatta Muattıb b. Kuşeyr gibi bazı münafıklar, Medine’nin müttefik düşman kuvvetleri tarafından kuşatıldığı ve Benî Kureyzâ’nın Kureyş ve yandaşlarıyla ittifak yaptığı sırada “Muhammed bize Kisra ve Kayser’in hazinelerini ele geçirip yememizi vadediyordu, oysa bugün burada biz kuşatıldık, hiç kimse tek başına dışarı çıkıp ihtiyacını gidermeye bile güç yetiremiyor, korkudan tuvalet yapmaya dahi gidemiyor. Meğer boş vaadlerde bulunmuş.”67 diyerek Allah ve resulünün vaadleri ile alay etmişlerdir.68 Ancak Allah resulü, bu vaadleri, Hendek savaşı sonrasında da aynı şekilde halkı savaşmaya teşvik etmek amacıyla her fırsatta yinelemiştir.69 Fakat münafıklar ve fesat çıkarmak isteyenler, daha önce yaptıkları gibi Tebük gazvesi hazırlıkları sırasında da “Bu adam Kisra ve Kayser saraylarının kendisine açılacağını mı umuyor? Heyhat!”70 demek suretiyle Hz. Peygamber’in koyduğu hedeflerin gerçekleşebilir olmaktan çok uzak olduğunu iddia etmişlerdir. Malum olduğu üzere Sâsânî ve Bizans gibi iki büyük imparatorluğun Arap yarımadasının kuzey ve güneyinde varlıklarını sürdürme mücadelesi, hâkimiyet sahasını genişletme emelleri ve sınır bölgelerindeki bazı Arap kabile ve hanedanlarını vasal hale getirme çabaları eskiden beri devam etmekteydi. Hicaz Arapları da Fars ve Rum arasında sıkışıp kalmıştı ve bu iki imparatorluğun tehdidi altındaydı.71 Müfessir Katâde’nin ifadesiyle Araplar, tıpkı etrafı iki arslan tarafından kuşatılmış bir kaya parçası üzerinde durmaktaydı.72 Bu sebeple Kureyş, Hz. Peygamber’in tebliğini siyasi ve iktisadi sonuçları yönünden değerlendirerek davete uydukları takdirde hem diğer Arapların hem de Fars ve Rum’un baskınına uğrayacağını düşünmekte ve bölgedeki nüfuzunu kaybedeceği endişesini taşımaktaydı.73 Nitekim Resûlullah, risaletin ilk yıllarında yakın akrabalarından başlayarak insanları İslam’a ve yalnızca Allah’a ibadet etmeye çağırdığında Ebû Leheb “Bırak bu tek olan Allah’a ibadet işini! Şunu unutma ki senin kavmin diğer müşrik Araplara karşı seni koruyacak güçte değildir. Eğer bu işte ısrar edersen, Kureyş’in bütün kollarının ve Arapların üzerimize gelmesine neden olacaksın.” şeklinde kabilevî kaygı ve korkularını dile getirerek tehditkâr bir üslupla onu davasından vazgeçirmeye çalışmıştır.74 Hicaz Araplarının bu korkularına rağmen Hz. Peygamber, erken dönem Mekke’de Kureyşlilerin kendisine itaat ettikleri takdirde diğer Arapların da izlerini takip edeceklerini, isteyerek veya istemeyerek Mudar ve Rebîa gibi büyük Arap kabilelerinin de biat edeceğini, Arap yarımadasında Sâsânî ve Bizans nüfuzunu kıracaklarını hatta onların topraklarına egemen olacaklarını belirtmiştir.75 Şu da bir gerçek ki uzun yıllar yarı bağımsız bir şekilde Sâsânî hâkimiyeti altında varlıklarını sürdüren Kuzey Arabistan’da bazı Arap kabilelerinin, Sâsânî sömürgesi ve tahakkümünden kurtulma, düşmanlarına karşı ortak hareket etme düşüncesi risalet öncesinde başlamıştır. Bu düşüncelerle bir araya gelen Bekir b. Vâil önderliğindeki Arap kabileleri, Zûkâr savaşında (MS 610[?]) Sâsânîler’i mağlûp etmişlerdir. Araplar’ın sayı ve güç bakımından kendilerinden hayli üstün olan Sâsânîler’i yenmesi, yarımadadaki tüm Arap kabilelerini sevindirmiştir. İslam öncesinde Sâsânîler’e karşı ilk kez başkaldırı niteliği taşıyan ve sonuçları itibariyle Arap kabileleri arasında büyük yankı uyandıran Zûkâr savaşında elde edilen bu başarı, o dönemde Sâsânîler’in birincil hedef haline getirilmesinde büyük rol oynamıştır.76 Dolayısıyla Hz. Peygamber’in bu müjdelerinin, gerek itaati sağlama ve gerekse de çeşitli güçlükler ve tehlikeler karşısında genel manada tüm Arapların özelde ise müslümanların moral ve maneviyatını yükseltme amacına matuf olduğunu söyleyebiliriz. Resûlullah’ın Mekke döneminde İslam’ı tebliğin yanı sıra muhataplarına bu vaadleri hicretten sonra gerçekleşmiş, risaletinin sonlarına doğru hemen hemen bütün kabilelerin itaat altına alınmasıyla Arap yarımadası fethedilmiş, müslümanlar Kisra ve Kayser’in karşısına büyük bir güç olarak çıkmışlardır. Öyle ki Hz. Peygamber’in vefat haberi Mekke’ye ulaştığında Mekkelilerin Medine’ye itaatten ayrılma istek ve teşebbüsleri üzerine Süheyl b. Amr’ın, Kâbe’nin kapısının önünde Mekkelilere şu hitabı da bu gerçeği teyit etmektedir: “Ey Mekke halkı! En son müslüman olan ve ilk irtidat eden olmayın. Vallahi Allah bu işi, Resûlullah’ın da belirttiği gibi mutlaka tamamlayacaktır. Ben, kendisini şu bulunduğum yerde “Benimle birlikte Lailahe illallah deyin. Göreceksiniz ki bütün Araplar size boyun eğecek ve Arap olmayanlar da size cizye verecektir. Vallahi Kisra ve Kayser’in hazinelerini Allah yolunda harcayacaksınız.” derken gördüm. O gün kimi alaya aldı kimisi de onu tasdik etti. Nihayet her şey ortada, gördüğünüz gibi birinci husus vuku buldu. Bundan sonra da geri kalanı yani Kisra ve Kayser’in hazinelerinin fethi de gerçekleşecektir.” Bu konuşmasıyla irtidatı engelleyen Süheyl b. Amr’ın dile getirdiği geri kalan husus ise Resûlullah’ın vefatından hemen sonra gerçekleşmiştir. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde (632-661) Irak ve İran’ın tamamı fethedilerek o günkü dünyanın en güçlü iki devletinden biri olan Sâsânî hâkimiyetine tamamen son verilmiş, Suriye, Filistin ve Mısır’ın fethiyle de Bizans’ın gücü kırılmıştır. Böylece hem Allah’ın, “iman edip dürüst ve erdemli davranışlarda bulunanları yeryüzünde hâkim (halife) kılacağına, öncekilerin yerine varis yapacağına” dair vaadi hem de Hz. Peygamber’in “yarımadadaki bütün Arapları birleştirip büyük bir devlet kurmak suretiyle Kisra ve Kayser’in hazinelerine sahip olma” şeklindeki cihan hâkimiyeti ülküsü büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Kanaatimize göre Arapların Hz. Peygamber’in etrafında kenetlenmesinde ve Arap yarımadasında siyasi birliğin sağlanmasında din ve nübüvvet kadar Sâsânî ve Bizans krallıklarını dize getirmeye yönelik zihinlerinde var olan siyasi bilinç ve ülkü de etkili olmuştur. Kısaca Hz. Peygamber’in, yükümlü olduğu tebliğ görevinin veya peygamberlik misyonunun yanı sıra Mekke’de tevhide ve sağlam esaslara dayalı bir Arap-İslam toplumu oluşturma teşebbüsü, risaletin Medine döneminde sonuç vermiştir. Hızlı yapılanma ve kurumsallaşmanın yanında79 müslümanların gittikçe artan güçlerine bağlı olarak dini, siyasi ve askeri amaçlarla bir takım seriyye ve seferlerin tertip edilmesi,80 fetihler ve antlaşmalar yapılması, emirlere ve komşu devlet başkanlarına elçiler gönderilmesi81 ve bağlılıklarını bildirmek üzere başşehir Medine’ye heyetlerin gelmesi,82 İslam’ın Arap yarımadasında hızla yayılmasına ve Hz. Peygamber’in siyasi güç ve şöhretinin artmasına neden olmuştur. Öyle ki onun hayatı, o günkü Kisra (II. Hüsrev [590-628]), Kayser (Herakleios [610-641]) ve Necâşî (Ashame [?-630]) gibi büyük imparatorlarla mukayese edilmeye83 ve İsrâiloğulları tarihinde krallık ile peygamberlik vazifesini bir arada yürüten Hz. Davud ve Süleyman (as) gibi “hükümdar peygamber”84 olarak algılanmaya başlanmıştır. Muhtemelen bu karşılaştırma ve algılar üzerine Allah resulü, yaşama biçimi bakımından kendisinin “melik nebî (kral peygamber)” değil, “abd nebî (kul peygamber)” olduğunu ifade etmiştir.85 Nitekim maddi ve manevi güce sahip olmasına rağmen mütevazı ve sade bir yaşam tarzını benimsemesiyle muhatapları tarafından da Bizans ve Sâsânî krallarından üstün telakki edilmiştir. Nihayet kendi dönemlerinde oluşan ve gelişen telakkilere uygun biçimde, onun dini ve dünyevi otoritesine bağlı olarak kurulan İslam devletleri, zamanla çok geniş coğrafyalara yayılarak nice imparatorluk ve devletlerin varlıklarına son vermişlerdir.
Sonuç
Araştırma neticesinde peygamberlik zincirinin son halkasını oluşturan Hz. Peygamber’in, tebliğin başlangıcından itibaren tevhit merkezli bir toplum oluşturmaya veya kabile toplumu yerine akide toplumu inşa etmeye çalışmasının yanında, temel amaç olmamakla birlikte, geniş tabanlı bir yapı oluşturmak ve devlet kurmak gibi siyasi bir hedef de güttüğü ve bunu bir çok mahfilde dile getirdiği görülmektedir. Rivayetler çerçevesinde Resûlullah’ın, Allah’ın kendisine yüklediği peygamberlik görevini yürütürken tebliğle sınırlı kalmayarak muhataplarının da talep ve özlemleri doğrultusunda kronolojik açıdan birbirinin devamı niteliğinde üç farklı devletleşme aşamasına vurgu yaptığı saptanmıştır: 1. Mekke şehrinin ve Kâbe’nin yönetimini ele geçirme, 2. Bütün Arapları tek çatı altında toplama, Arap siyasi birliğini sağlama, Arap yarımadasında merkezi bir otorite tesis etme, 3. Asırlardır Arapları baskı altında tutan Bizans ve Sâsânî imparatorluklarını ya vergiye bağlama ya da tamamen ortadan kaldırma… Kur’an’ın açıktan bir otorite tesisi, devlet kurma önerisi veya devlet yönetimiyle ilgili doğrudan bir hükmü bulunmamasına rağmen şartlar gereği Hz. Peygamber’in, yukarıdaki maddelerde zikredilen ilk iki siyasi düşüncesi, hicret sonrası Medine’de siyasi iktidarı elde edip Arap yarımadasındaki kabileleri tek tek itaati altına almasıyla; üçüncü aşamadaki planı ise vefatından hemen sonra onun dini ve dünyevi otoritesini temsil eden Hulefâ-yi Râşidîn döneminde gerçekleşmiştir. Böylece düşünce ve teşebbüs olarak Mekke döneminde temelleri atılan ve hicret sonrasında Medine merkezli tesis edilen bu İslam devleti, hızla büyüyerek dört halife zamanında imparatorluk hüviyetini kazanmıştır.
Beyanname 1. Finans/Teşvik: Yazar, çalışmada herhangi bir finans/teşvik kullanılmadığını beyan etmektedir. 2. Çıkar Çatışması: Yazar, çalışmada herhangi bir çıkar çatışması olmadığını beyan etmektedir. 3. Etik Beyan: Yazar, bu makalede araştırma ve yayın etiğine uyulduğunu beyan etmektedir.
Yorum Sayısı : 0